Uzun hatta upuzun bir aradan sonra merhaba;
Blogumu o kadar boşladım ki, neredeyse bir blogum olduğunu bile unutacak kıvama geldim. Bunda geçtiğimiz hafta yaptığım Paris seyahatimin ve iş yoğunluğumun etkisi büyük.
Sizleri bu postta Paris'e götürmek istiyorum. Paris ile ilgili yorumları hep fazla abartılı bulduğum hiçbir zaman gidilecekler listemin en üst sıralarında yer almamıştı ama kampanyalı uçak biletini bulunca Elif ile bu fırsatı kaçırmak istemedik. İyi de yapmışız. Paris beni tutkunları arasına almayı başardı.
Yolculuk öncesi Paris'i enine boyuna araştırdım. Bu aslında hem iyi hem de kötü. İyi çünkü bilinçli gezilerin doyumu daha güzel oluyor, kötü çünkü her not aldığınız yere gitmek isteyince çok yoruluyorsunuz, hatta bazılarını listenizden çıkarmak zorunda kalıyorsunuz.
Saint Germain'in Paris'in "Nişantaşı-Cihangir" karışımı bir bölgesi olduğunu duyduğumuzdan, otelimizi o bölgeye çok yakın olan Montparnasse'dan seçtik. Ne kadar isabetli bir seçim yaptığımızı da gider gitmez kavradık.
Eğer otel arayışındaysanız ve çok turistik bir bölgede kalmak istemiyorsanız, Saint Germain ya da Montparnasse doğru seçim olacaktır.
Bizim ilk durağımız otelimize de çok yakın olduğundan Notre Dame oldu. Notre Dame'ın mimarisinden etkilenmemek mümkün değil. Siz siz olun eğer Notre Dame'ın terasından Paris'i izlemek istiyorsanız, saat 16'yı geçirmeyin. Biz bu detayı bilmediğimiz için Notre Dame'a çıkamadık, ama bu açığımızı Eiffel'le kapattık.
Düzenli takipçilerim bendeki fotoğraf hastalığını iyi bilir, Notre Dame'dan da bu fotoğraflarla döndüm...
Notre Dame'ın arkasındakı bu cici cafenin bulunduğu sokakta kendimi kaybedince, bu 2 fotoğrafı sizlerle paylaşmak farz oldu.
Paris demek pek çok kişi için Eiffel demek... Eiffel günün her saniyesi yoğun olduğundan, eğer kulenin en tepesine çıkmanız gerekiyorsa, en az 1-1 buçuk saatlik kuyruğa kendinizi hazırlamanız gerekiyor. Ya da ben o kadar bekleyemem diyorsanız, "internet üzerinden rezervasyon yapma" şansınız var.
Eiffel'e çıktığımızda tam günün batma anına denk geldiğinden fotoğraflarımız da ışıl ışıl oldu.
Louvre... Louvre... Louvre...
Louvre'u hep çok merak ediyordum. Eğer müze gezmekle aranız pek yoksa pek çok Türk'ün yaptığı gibi Mona Lisa'yı görüp şöyle bir dolanıp çıkabilirsiniz. Mona Lisa'nın önündeki kalabalık size zaten yol gösteriyor, şimdiden söylemesi...
Ama eğer bir sanatseverseniz Louvre Müzesi için en az 1 gününüzü ayırmanız isabetli olacaktır.
Ve Champs Elysees...
Dillere destan Champs Elysees'yi duymayanınız yoktur. Paris'in Bağdat Caddesi... O kadar geniş bir cadde ki burayı baştan başa yürümek oldukça yorucu olabiliyor. O yüzden cadde üzerindeki cafe ve restaurantlarda vereceğiz ufak molalar size iyi gelecektir.
Hazır gitmişken 5 katlı Louis Vuitton mağazasına uğramadan dönmeyin. Birşey alamasanız da mağaza sizi büyüleyecek.
Champs Elysees'de ayrıca Laduree'nin önündeki kalabalık gözünüzden kaçmayacak. Ama eğer macaron tutkunuysanız siz siz olun Laduree ya da Pierre Hermes'in macaronlarının tadına bakın.
Sacre Coure Bazilikası ve Montmarte da şehrin diğer özel alanları... En az yarım günüzü bu özel bölgede ve sokaklarında geçirebilir, oradaki ressamlara portrenizi yaptırabilirsiniz, ben yaptırdım, güzel de bir deneyim oldu.
Montmarte'dan teleferikle inip, Montmarte'ın o güzel sokaklarını takip edip aşağıya doğru indiğinizde kendinizi Moulin Rouge'da bulacaksınız. Ben de buradaki anımı bu fotoğraflarla ölümsüzleştirdim.
Jardin du Luxembourg yani Luxembourg Bahçeleri...
Şehrin en güzel nefes alma alanı. O kadar dingin ve güzel ki burada saatler geçirmek, oturduğunuz banktan hiç kalkmamak istiyorsunuz.
En sona en sevdiğimi yani Saint Germain'i bıraktım... Favori bölgem... Eğer tipik Fransa cafelerinde oturmak ve "Parisian" takılmak istiyorsanız istikametiniz bu bölge olmalı. Cafe de Flore ve Magots bu bölgenin hatta dünyanın en öne çıkan cafelerinden. Bu iki cafeye de gittiğinizde Paris'te olduğunuzu hissedeceksiniz.
Audrey Hepburn'un filmlerinde sıkça gördüğüm bu cafeler beni benden aldı. Bu kadar çok övdüm ama herşey o kadar da toz pembe değil, zira özellikle Magots'daki servis ve garsonların ilgisizliği sizi çıldırtabilir ama sakin olun ve Paris'in tadını çıkarmaya bakın. Her iki cafe de kahvaltı yapan biri olarak Flore'u tercih etmenizde fayda olduğunu düşünüyorum ama elbette ki seçim sizin.
Çünkü başka bir Paris daha yok...
Son bir tavsiyem daha olacak. Pek çok Türk'ün Paris'teki ilk tercihi olan L'Entrecote gerçekten bu övgüyü hak ediyor. O kadar lezzetli bir yemek yiyeceksiniz ki, iyi ki gelmişim diyeceksiniz. Paris genelindeki 4 L'Entrecote arasında bizim tercihimiz Saint Germain'deki oldu, sizlere tavsiyem de bu yönde olacak.
Eğer değişik tatlar arayışındaysanız Belçika kökenli olan ve midye yemekleri olan bir zincir restoran olan Leon de Bruxelles'in o değişik tatlarını da deneyebilirsiniz.
Bu yazıyı yazmak beni yeniden Paris'e götürdü, yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi. Eminim ki pek çoğunuz da Paris'ten benim gibi "tekrar geleceğim" sözleriyle ayrılacak.
Yeni bir postta buluşmak üzere...
Ece
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder